Pop-art dünyasındayız, ortamların hastasıyız...
Günaydın millet, ne habersiniz? Bozuk Türkçemi affeder misiniz? Bugünlerde, yap-boz, pastiş, efendime söyliyim, dekonstrüksiyon falan derken modern sanat konusunda epey bir çalıştığım ve yorulduğum için konuşmaya mecalim yok pek. "Ayfon" adlı telefonun "pop-art" seçeneğini kullanarak hazırladığım bazı işlerimi ve procelerimi, "yutup" adlı bilgisayarın kimi fasilitelerini kullanarak sizlerle paylaşayım ve sözlerime öyle başlayayım en iyisi:
"Terrible 2" olarak sürdürdüğüm bu yaşam kesitinde, ebeveynlerimin ve yanlarına kattıkları kimi arkadaşları ile akrabalarının beni götürdüğü bazı ortamlardan karelerle kısa keseceğim bu defa. Birincisi bir manastır ortamı. Civardakiler, fenağtik Beşiktaşlı bir kameraman, onun aynı kulüpten Bilgütay ve Özgür arkadaşları, Öykü kardeşim ve kameramanın belini yamulttuğum için beni (17 kilo) sürekli kucağında taşımak durumunda olan annem (52). Misafirlerimize civardaki örümcekleri anlatıyorum mimiklerimle. Bunu jestlerle anlattığım da oluyor, hatta anlattığım kişiyi kıskaçlarımla ısırdığım da. Fotoğraflayamamışlar o özel anları ama:
Pop-art çalışmalarım kapsamında açtığım heykel atölyesinde, sakız koleksiyonumun küçük bir parçasını kullanarak avangard işlere imza atıyorum (atölyelere katılım ücretlidir, bu sakızları kameramandan kopardığım harçlıklarla anca toparlayabiliyorum sonuçta) :
Ada turları kapsamında beni zorla kale ortamlarına çıkarmaya çalışanlar ise bu girişimlerinden büyük bir hayal kırıklığıyla ayrılıyorlar genelde:
İzmir ortamlarına gittiğimizde, yorgun düşüp uyumamı fırsat bilerek benimle fotoğraf çektirmeyi başaranlar oldu. Buradan tebrik ediyorum kendilerini:
Aynı ortamda, havai takılıp arada, "Bir numara, bir numara, Yalçın, Yalçın bir numara" dansını yaptığımı da inkâr edecek değilim:
Uzatmayayım daha fazla. Şunun şurasında ne kaldı Mart'a, dönüyoruz İstanbul'a: