Yalçın'ın Maceraları

8 Şubat 2011 Salı

Bir pazar günü



Bir pazar günü...Anneannem ve dedem gelmişler. Tekir ve yavrusu dışarıda her zamanki gibi yemek bekliyor. Dedem köşesinde bulmacalarını çözüyor; anneannem yemek olayında. Babam güneşin ve kitabının tadını çıkarıyor. Bense mama sandalyemde oyunuma devam ediyorum. Annem de bizi gözetleyip koordinasyon işlerine bakıyor. İşte Kıbrıs'ta bir pazar günü....

















Etiketler:

3 Aralık 2010 Cuma

Pop-art dünyasındayız, ortamların hastasıyız...

Günaydın millet, ne habersiniz? Bozuk Türkçemi affeder misiniz? Bugünlerde, yap-boz, pastiş, efendime söyliyim, dekonstrüksiyon falan derken modern sanat konusunda epey bir çalıştığım ve yorulduğum için konuşmaya mecalim yok pek. "Ayfon" adlı telefonun "pop-art" seçeneğini kullanarak hazırladığım bazı işlerimi ve procelerimi, "yutup" adlı bilgisayarın kimi fasilitelerini kullanarak sizlerle paylaşayım ve sözlerime öyle başlayayım en iyisi:



"Terrible 2" olarak sürdürdüğüm bu yaşam kesitinde, ebeveynlerimin ve yanlarına kattıkları kimi arkadaşları ile akrabalarının beni götürdüğü bazı ortamlardan karelerle kısa keseceğim bu defa. Birincisi bir manastır ortamı. Civardakiler, fenağtik Beşiktaşlı bir kameraman, onun aynı kulüpten Bilgütay ve Özgür arkadaşları, Öykü kardeşim ve kameramanın belini yamulttuğum için beni (17 kilo) sürekli kucağında taşımak durumunda olan annem (52). Misafirlerimize civardaki örümcekleri anlatıyorum mimiklerimle. Bunu jestlerle anlattığım da oluyor, hatta anlattığım kişiyi kıskaçlarımla ısırdığım da. Fotoğraflayamamışlar o özel anları ama:



Pop-art çalışmalarım kapsamında açtığım heykel atölyesinde, sakız koleksiyonumun küçük bir parçasını kullanarak avangard işlere imza atıyorum (atölyelere katılım ücretlidir, bu sakızları kameramandan kopardığım harçlıklarla anca toparlayabiliyorum sonuçta) :




Ada turları kapsamında beni zorla kale ortamlarına çıkarmaya çalışanlar ise bu girişimlerinden büyük bir hayal kırıklığıyla ayrılıyorlar genelde:



İzmir ortamlarına gittiğimizde, yorgun düşüp uyumamı fırsat bilerek benimle fotoğraf çektirmeyi başaranlar oldu. Buradan tebrik ediyorum kendilerini:



Aynı ortamda, havai takılıp arada, "Bir numara, bir numara, Yalçın, Yalçın bir numara" dansını yaptığımı da inkâr edecek değilim:



Uzatmayayım daha fazla. Şunun şurasında ne kaldı Mart'a, dönüyoruz İstanbul'a:

13 Ekim 2010 Çarşamba

dipkarpaz'da eşekler, ortaköy'de güvercinler


Merhaba gençlik. Yirmi altıncı ayı da devirdik. Kıbrıs'ta geri sayıma başladığımız şu zorlu günlerde, Maraş harabelerinden sesleniyoruz size öncelikle. Tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle ile birlikte Mağusa sahillerinde yürürken fark ettiğimiz bu hayalet kenti, arka planda izleyerek yeni maceralarımıza katılabilirsiniz siz de:


Kıbrıs'ta harabelerin ve hayalet kentlerin yanı sıra en çok dikkat çeken şeylerden biri de eşekler. "Karpaz eşeği" tabir edilmekteler. İşte Dipkarpaz'daki eşek koruma alanına giderken tespit ettiğimiz iki arkadaş:


Bu da aynı bölgeden, ünlü "altın kum" plajı. Mayo şirketleri fotoğraf çekimi yapmaya buraya gelirlermiş. Beni de çekebilirler ne olur ne olmaz diye mayosuz dolaştım ve paparazzi kameralarına ve devasa dalgalara yakalanmamak için koşturdum genelde:


Gezip dolaşmaktan, yüzüp koşmaktan bitap duruma düştüğümüzde devrilip uyuduk elbette. Kendi yatağımda da sık sık uyumakla birlikte annemin yanında sarmaş dolaş uyumayı da ihmal etmedim hiç:


Yaz aylarının bir diğer güzelliği de yenilen dondurmalardı. Onda da sona geldik bugünlerde:


Ve tüm bu "son deneyimler"le birlikte İstanbul yolculuğu gözüktü bize. Mart'ta tümüyle dönüş yapmadan önce, geçen ay bir uğrayıp yokladık. Öncelikle kuzenim Serdar'a uğrayıp kentin son durumunu sordum. "İyidir, yaşanabilir" dedi. Ben de öptüm kendisini:


Ardından bizzat kendi gözlerimle görmek için küçük bir şehir turu attım. Vapura binip portakal suyu içtiğimi inkâr edecek değilim:


Ortaköy meydanında güvercinlere ekmek kırıntıları atmak da şehri tanımama yardımcı oldu. Kuşlar aç burada. Kızlar da yemlerinizi ele geçirmeye çalışıp sarkıntılık yapıyor sürekli (Kıbrıs'ta böyle şeyler olmaz) :


Beri yandan, Sultanahmet köftesinin - Sultanahmet'te orjinal yerinde yendiğinde, ayran ve piyazla birlikte - bir hayli lezzetli olduğu aşikâr. Tümüyle yerleştikten sonra sık sık denetleyeceğim burayı:


Galata Köprüsü'nde ise bir numara yok. Tamam, arkadan geçen gemiler, İstanbul silüeti falan fena değil de, trafik çok sıkışık, gürültü falan filan, etrafa umutsuzca bakıyor insan:


Neyse daha fazla uzatmayalım, yakında gelip uzun uzun tetkik edeceğiz işte. Gezip dolaştıktan sonra kurtlarımızı dökmeyi de ihmal etmedik. Dedem ve emmimle Zabaha kadar dens edip eğlenirken, onlara yeni figürler öğretmeye gayret ettim. Kuzenim Serdar, arkamızda oturup kuzusuyla oynamayı tercih etse de , yakında ona da break, salsa ve headbang karışımı figürlerimi öğretmeye kararlıyım:


Bu defa çok fazla resim paylaşıp lafı uzattım. Hadi artık uzayayım. Siz de uzayın bakalım. Bizim gibi harabat ehli olmayın.

10 Ağustos 2010 Salı

yuf olsun, iki yaşım doldu, anca güncelliyorlar blogu

evet, aynen başlıktaki gibi, yuf olsun! bu nedir böyle yahu. amma tembel ebeveynlere çatmışız, sen tut, blog aç, sonra çek git, hiç uğrama. neymiş, kitabını yazmışmış nasılsa. neymiş, bababa-bebebe kitabıymış. neymiş, fotoğraf çekilmiyormuş ki eskisi gibi. neymiş, reşarjıbıl piller bitmiş, her defasında makineye pil alıp nasıl çekecekmiş, vesaire, vesaire, vesaire... hep bahane...

neyse, bahane, bahane, bahane, yirmi üç temmuza geldik, iki yaşın güzelliklerine, buyrun dilerseniz, kısa resimaltlarıyla izleyin siz de güzelce:


doğum günü dedik, mum söndürdük, komşularla, hısım akrabayla birlikte. ben üfledim, onlar alkışladı. işleri, güçleri yok herhalde.



benimse bir sürü işim gücüm var. sight and sound dergisinden "bebeklik ve sinematografik bilinç" konulu yeni bir makale istediler, onu hazırlıyorum bugünlerde.


bir taraftan da ehliyet kursları devam ediyor. yeni dönem kayıtlar başladı, bir sürü talebe...


tango, salsa, çaça, merengue kursları da aynı şekilde...


step dansı için de bir sınıf açmayı düşünüyorum ama senin terliklerinin üstüne benim terliklerimle olmaz diye tutturuyor anne, deli mi ne?!


divanın üstüne çıkıp deniyorum ben de. buna da bir şey diyemezler, "böyle step dersi olmaz" diye bahane üretemezler herhalde.

neyse efendim, arada ruhumu ve zihnimi dinlendirmek için bahçe falan suluyorum. yoksa çekilir şey değil bunca iş, kurs, makale vesaire vesaire, bu sıcaklarda, girne'de...


neyse efendim neyse, neticede, iki yaşım doldu ya, feci (terrible) oldum, çalışıyorum, dinleniyorum, kuduruyorum, sular seller gibi konuşuyorum, espri yapıyorum, bazı sesler ve ışıklardan korkuyorum, sonra cesaretimi topluyorum ve daha da kuduruyorum, afedersiniz, her şeyin "bokunu çıkarıyorum"... zaten bir de bunun kitabını yazacakmış kameraman, "boktan kitap"mıymış, neymiş, nah yazar, yazdırmam!.. illa bir şeyler yazacaksa buraya yazsın, bir sürü kira ödüyoruz bu bloga, resimlere vesaire... işte bunlar da diğer resimler - annemle, kadife teyzem ve abilerle, anneannem ve dedeyle, kameramanla kıçımızı dönüp giderkene - dağılın şimdi güzelce:





28 Nisan 2010 Çarşamba

Bıraktık memeyi, rahatlatılmam gerekti...


Heeey, dört ayı geçmiş ve bizim içi geçmiş kameraman tek bir "entry" bile girmemiş. Haybeye fotoğraf çeken bu elemanın işine son vermeden önce ona son bir fırsat verelim ve geçtiğimiz günlerin özetini aktaralım gidelim. En önemli "tarihsel" gelişme, elbette memeyle vedalaşmam oldu. "18 ay oldu, senin süren doldu, yeter artık Yalçın, artık istifa, artık istifa" tezahüratları arasında, yurtdışı bir seyahat fırsat bilinerek, ilişiğim kesildi! Bu da kesinti öncesi hallerimin son belgesi (zoom yapmaya kalkmayın, görece edepli bir resim seçildi):



Bu zorlu süreçte rahatlatabilmek/rahatlayabilmek, ağlayıp zırlamalarıma dayanabilmek için sık sık parka götürdüler beni. Kıbrıs'ta pek yok bunlardan, İstanbul ve İzmir'de denediler. Hemen aşağıda belgeleri mevcut. İstanbul'dakiler, meme kesintisinin hemen ertesi, kışın soğuğunda montlu hallerimin, salıncaktaki ustalığımın hüzünlü ifadeleri; İzmir'deki ise Fuar alanında, bir düğün ertesi, bahar günlerinin, anneme yapışıp durmamın göstergesi:





Park ortamlarının yanı sıra, yeme içme ortamları da beni rahatlatma girişimlerinin bir diğer odağıydı. Evde yiyip götürdüklerimin yanı sıra, civar restoranlarda, pilav, makarna, köfte ve tabii ki sadagada (salatalık diyorsunuz sanırım) eksenli çalışmalarım ön plana çıktı. Bilhassa Uzakdoğu menşeli lokantalarda minik sopalarla başlattığım çalışmalarımı kaşıkla tamamlayarak Doğu/Batı sentezi konusunda özgün yaklaşımlarımı geliştirdim, uzmanlığımı sergiledim. Gittiğim lokantalarda beğenilerimi genelde "pilavv, pilavv, pilavv" ve "nefisss" sözleriyle ifade ettim:



Tüm bunların ve benzeri çalışmaların, rahatlatılabilmem için kâfi gelmesi elbette mümkün değildi. Dört aylık zorlu süreçte meme travmasını atlatabilmek için yaptığım en önemli egzersizlerden biri de badadaları (salyangoz ya da sümüklü böcek diyorsunuz sanırım) bulup bulup ezmekti. "Ayy minicik", "devaaasa" "cörk, cörk", "bak, suyu çıktı", "leşşş, leşşş" nidaları arasında ezmeden önce, kendilerini bağda bahçede, çayırda çimende bulabilmek için büyük çabalar sarf ettim. Aşağıda teyzemle birlikte badada avındayım, bir tane yakalamışım, beceriksiz kameraman da nasıl yaptıysa görüntülemeyi başarmış:



Meme travması yetmiyormuş gibi muayyen fasılalarla (belli aralıklarla diyorsunuz sanırım) saçlarımın kırkılması da bir hayli canımı sıktı. Bu da o sıkıntıdan kurtulmak için direksiyona sarılışımın fotoğrafı:


Direksiyon diyip geçmeyin, otomobiller, uçaklar, iş makinaları ve özellikle gabunlar (kamyon diyorsunuz sanırım, ben de diyebiliyorum ama tercih etmiyorum) konusunda yoğun çalışmalarım sürüyor. Bu konuya ve diğer benzer konulara olan ilgimi, artık çok sayıda sözcükle ve uzun cümlelerle ifade edebiliyorum. Konuşma meraklılarına duyurulur. Dilerseniz, ferforje bile diyebilirim. Dilemeyiniz... Bunlar dışında, yutupta gabun izlemek, ayfonda balon şişirmek, geceleri yangın vaaaar diye bağırıp koşturmak, tin min tini mini hanım eşliğinde çöpük çalıp dans etmek, tepinmek (kazayla annemin kolunu da incittim) ve sürekli annemin burnunu sıkmak gibi (meme yerine geçti sanki) "rahatlama" yöntemlerim de mevcut. Dert etmeyiniz, "daha dün annemizin kollarında yaşarken, mış mış mış" diyerek uyutulabilirim... Her neyse, üç İzmir fotoğrafıyla veda edeyim. İlki, "simitçiiii, taze simitlerim vaaaaar" diye başımda yastıkla dolaşıp durmamın ardından, İzmir'de gerçek simitle tanışmamın belgesi. İkincisi, nikah olayına girerken, dayım, anneannem ve annemle yaşadığım sevincin ifadesi. Üçüncüsü, dedemle 23 Nisan ziyaretimin -bayrak da kapmışım - ve her zamanki gibi kıçımı dönüp ortamlardan ayrılışımın belgesi. Hoşçakalın hadi:



8 Ocak 2010 Cuma

talihsiz bir hırhızlık olayıyla kesintiye uğrayan tarihsel sürecin diyalektiği

merhaba gençlik, aylar geçti görüşemedik. neden derseniz, lafı çok dolandırmaya, edebiyat parçalamaya da gerek yok hani; biz istanbul'dayken eve hırhız girdi, bilgisayarları çaldı, blog dünyasında benim boşluğumdan doğan büyük bir karmaşa yaşandı. şimdi, bu boşluğu ve karmaşayı sonlandırma zamanı. bu kadar basit. bu yeni tarihsel süreci, tarihi bir mekandan, salamis harabelerinden bir gülümsemeyle başlatıyorum: yanımdaki annem, elimdeki deniz atım, karşımdaki kameraman ve siz oluyorsunuz. aval aval bakmayın öyle, aşağı doğru devam edin, hadi bakiyim:

evet, arada neler oldu derseniz, konuşma egzersizlerimi güçlendirdim yahut içimdeki dil potansiyelini açığa çıkarıp dışarıdakilerle paylaşmaya başladım denebilir. mesela, 8 hariç 10'a kadar saymaya başladım ( 8 ne kardeşim, saçmasapan bir rakam, yana çevirin sonsuzluk olsun). şarkı söyleyip dans edebiliyorum (step dansı). ana, baba ve amca adını söyleyip çığlık atabiliyorum (cırlavuk çığlığı - cırlavuk dediğiniz de cırcır böceğinin kıprısçası). kendi adımı söyleyip önüme çıkana oyuncak fırlatabiliyorum (elime ne geçerse). kakamı söylemekten ise vazgeçtim. (ayıp yahu, hiç kaka denir mi, almadınız mı aile terbiyesi?) ata binip silah kuşanabiliyorum:

geçtiğimiz günlerin bir diğer ilgi çekici olgusu da yabanileşmem oldu. zaten dağın başında yaşıyoruz, in cin top oynuyor (hırhızlar da katılıyor), ne eş ne dost, üstüne bir de kötü deneyimler yaşayınca ümidi kestim bu insan denen varlıktan. bücürlerden bir tanesi tuttu havaalanında trenini elimden alıp bağırdı, koptum; öbürküsü tuttu, botanik bahçesinde elimden turunçlarımı aldı, yine koptum. artık bücür, çocuk, bebek türü canlılardan görünce basıyorum çığlığı, başlıyorum ağlamaya, işte böyle:


söz konusu bahçede, üç beş hayvan da var, bakıyorum arada onlara da. geçtiğimiz ayların bir diğer feci olayı da, (kombinin yanmasını falan saymıyoruz) kedimiz pamuk'un, köpek sürüsü tarafından parçalanması oldu maalesef. neyse, o türden üzücü şeyler, biz bebeklere göre değil. köpeklerden de kestim ümidi, en iyisi böyle kafes arkasında dursunlar, yanlarında tavşanlar:


ne o öyle, hep gezip tozdun mu, hiç mi entelektüel faaliyetin olmadı derseniz, oldu tabii ki. emmim mehmet ve kuzenim serdar ile ciddi çalışmalar içerisine girdik istanbul'da. kamyon yarışlarından hafriyat makinalarına, kara trenlerden animasyon sinemasına bir dizi konuda yoğun çalışmalarımız var, yakında mahsulleri çıkar:

namık kemal'le görüşmelerimiz/tartışmalarımız da entelektüel faaliyetlerimizin bir diğer boyutunu oluşturdu. mapusta ziyaretine gittim, yaramaz bir şey yok, hepinize selamı var:



neyse, daha fazla uzatmayayım, araya giren sürenin hatırına aşağıya birkaç fotoğraf daha yapıştırıp, üzerine de geleneksel arkamı dönüp uzaklaşma fotoğraflarından iki tanesini daha katıştırıp uzayayım. görüşürüz sonra (yeni hırhızlar yeni bilgisayarları cuklatmazsa)